Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Şubat 2009


Zekât sadece Allah’ın hakkı değil fakirin de hakkıdır

Prof. Dr. Süleyman ATEŞ  Diyanet İşleri Eski Başkanı

SORU: Bir yazınızda geçmiş namazların kazasının olmayacağını belirtmiştiniz. Bu, zekât için de geçerli mi? Kişi, geçmiş dönemde vermemiş olduğu zekâtları vermekle yükümlü mü? Eğer yükümlü ise bu dönemde zekât verecek parası yoksa ne yapmalı?

CEVAP: Evet her şey için geçerli. Geçen geçmiştir. Kişi, dinin hükümlerini uygulamaya başlamasından itibaren geçmişteki kusurları tövbeyle affedilir. Yalnız zekâtın, namaz ve öteki ibadetlerle farkı vardır. Namaz ve Allah ile kul arasındaki öteki ibadetler Allah’a bağlılığın gereğidir. Ama zekât bir ibadet olması yanında devlete verilen vergidir. Tabii Peygamber devletini kastediyorum. Bugün devlet zekât almaz. Artık zekât kulla Allah arasında ve kulla fakirler arasında bir eylemdir. Zekâtını vermeyen Allah’a karşı kusuru yanında fakirlere karşı görevini yapmamış olur.

Çünkü zekât, sadece Allah’ın hakkı değil fakirin de hakkıdır. Zariyat Suresin’de korunan müminlerin mallarında fakirlerin belli bir hakkı bulunduğu vurgulanmaktadır. İşte bu husus düşünülürse zekâtın namaz ve oruç gibi olmadığı anlaşılır. Çünkü verilmeyen zekâtta Allah’ın hakkına saygısızlık olduğu gibi fakirin hakkına da tecavüz vardır. O halde zekâtını vermemiş olan bir Müslüman ibadetini yapmasa da fukaranın hakkı olan zekâtını vermeli, onların hakkını üstünde bırakmamalıdır. Daha önce zekâtını vermemiş, sonra eylemli İslâm’a dönmüş ama bu kez de zekât verecek parası yoksa artık o geçmişten sorumlu değildir. Çünkü eylemli İslâm, makablini (öncesini) siler.

*****


Kur’ân’ı okumayan kişi dinden çıkar mı? (daha…)

Read Full Post »


Prof. Dr. YAŞAR NURİ ÖZTÜRK’ün EN BÜYÜK DİNSİZLİK: DOĞAYI TAHRİP yazısına ilaveler yaparak yayınlıyorum:

Kur’an evreni tanıtırken şöyle diyor:

Her şey Allah’ı tespih eder, ama siz bunu fark edemezsiniz. (İsra, 44)

Örneğin, mikroskopla bile görünmesi mümkün olmıyan atomik skaladaki atom çekirdeklerinin / protonlarının cazibesindeki hareket halindeki elektronlar belirli yörünge veya yörüngelerde -çekirdeğin etrafında- devamlı olarak dönerek hareket ederler. Elektronlar bile vazifeleri gereği yorungelerindeki hareketleriyle her zaman Allah’ı tespih etmekteler.  İnananlar olarak bunda buyuk dersler var.

Buradan hareket eden sufi düşünce, tüm varlıklara, özellikle yaş bitkilere saygılı davranmıştır. Çünkü onlar ibadet halindedirler. Hem de riyasız, ivazsız bir ibadettir onlarinki…

Allahın büyük vazifeler ve sorumluluk verdiği insanlarınki ise çoğunlukla riyalı ibadet… Ağaçları kesip yerine duvar dikerek orada ‘ibadet’ edeceğini öne süren zihniyetteki insanlara sormak lazım: Sen ne yaptığını sanıyorsun? İbadetine riya karışmayan bir ibadet arkadaşını dünyada yok edip ibadetine bin türlü riya karıştıran insanı öne çıkarıyorsun. BU AKIL SAHİBİNİN YAPABİLECEĞİ İŞ MİDİR???

Kur’an, resmi mabetsiz bir dünya isterken ne yaptığını çok iyi biliyor. Çünkü esas mabet, mabetli dünya istiyenlerin mabet yapmak için tahrip ettikleri tabiattır. ESAS MABEDİ YIKTIKTAN SONRA YERİNE HANGİ MABEDİ KOYACAKSINIZ???

Peygamberimiz Hz. Muhammed’e göre, doğanın dengelerini bozanlar, Allah’in lanetine müstahak hale gelirler. Hayatı boyunca, lanetlemeye hep karşı çıkmış, ‘Lanet olsun’ tabirini parmakla sayılabilecekten daha az kullanmış bir peygamber, yerkürenin doğal dengelerini bozanlar icin şunu söylemekten çekinmemiştir:

‘Yerkürenin belirgin alametleri olan değerleri / işaretleri / yeryüzünün olmazsa olmazlarını yozlaşttırıp bozanlara Allah lanet etsin!!! (Zehebi, Kitabu’l-Kebair ve Tebyinu’l-Maharim)

Din dilini bilim diline cevirirsek ne görüyoruz? Başka bir deyişle Kur’an’ın altını çizdiği genel ve doğal tespih faaliyeti nasıl işliyor?

Bu işleyişin burada sadece birine değinelim. Bu, doğadaki karbon dioksit faaliyeti olsun.

Bilindiği üzere atmosfere salınan karbon dioksiti azaltmak gayesiyle dünya ülkeleri toplanarak Japonya da uluslararası Kyoto anlaşmasını imzaladılar birkaç sene önce ve A.B.D. bu anlaşmayı imzalamamıştır, oysa ki dünyada atmosfere en çok karbondioksit salan ülke olarak A.B.D. bilinir. Diğer doğa tahribatları bir tarafa, sadece bu yüzden bile A.B.D. doğamızı onlarca yıldır tahrip etmektedir. Bunun geri dönüşü yoktur. Bu konuda tedbirler alarak doğa dengesini kurmaya çalışan veya tahribatı geciktirmek istiyen diğer ülkeler karşılarında sözde müttefik ülke A.B.D.’yi doğanın baş düşmanı olarak gerçek hüviyetiyle bulurlar.

Karbon dioksit (CO2) hayatın, ozellikle insan hayatının işleyişi sırasında çıkardığı birinci derecede gazdır. Bir zehirdir. Ama hayat Allah tarafından öyle güzel düzenlenmiştir ki, bu zehir, hayatın başka bir faaliyetinde gıda olarak kullanılmakta.

Karbon dioksit, bitkilerin büyümesinde kullanılıyor. Bitki CO2 emip (yiyip) yerine oksijen veriyor. Yaratılıştaki güzelliğe bakın ki, ormanların yiyemediği karbon dioksit olursa, bu fazlalık da okyanuslar tarafindan emiliyor. Ama bunun da bir sınırı var, bu dengelerin korunduğu bir dünyada işliyor. Dengeler bozulunca ne yeşillik bu görevini yapabiliyor ne de sular / göller / denizler / okyanuslar. Ve netice olarak anarşi, kaos, felaket başlıyor. Sebep insan. Sadece ve sadece insan, hayvan degil, fakat insan. İnsanın aklı varya, deliler hariç aklıyla düşünebiliyorya, aklıyla düşünerek doğayı tahrip edince neticeden sadece insan sorumlu.

Yüce Kur’an, sadece insanın işlediği bu kozmik cinayeti bakın nasıl tanıtıyor:

‘İnsanların ellerinin kazanmış oldukları yüzünden denizde ve karada bozgun çıktı. Allah onlara, yaptıklarının bir kısmını tattırıyor ki, geri dönebilsinler.’ (Rum, 41)

Ormanları yakan / kundaklayan, gereksiz yere ağaçları kesen insan da cinayet işlemiş ve lanetlenmis biri oluyor.

Simdi bu konuda bilimin söylediklerine bakalım:

‘İnsanoğlu, atmosfere her yıl, 6.5 milyar tonu fosil yakıtlarından, 1.5 milyar tonu da yeşilliğin tahribinden kaynaklanmak üzere toplamda yaklaşık sekiz milyar ton karbon-dioksit yüklüyor. Bu toplamın yarısından biraz azı, gezegenimizi ısıtmak üzere atmosferde kalıyor…’

‘Ormanın her bir hektarı, atmosferi yılda yaklaşık iki ton karbondan arındırıp sera etkisiyle ısınmayı önlemeye katkıda bulunuyor…’ (Tim Appenzeller; National Geographic, Subat 2004)

Tabiat ananın şefkati burada da kalmıyor. Tabiat ana, insanoğlunun azgın tahriplerine karşı insanı insandan korumak uzere yeni tedbirler de alıyor. Küresel ısınma artarak karbon-dioksit emme sistemi zayıfladığında, ‘artan ıısınma, karbon dioksit emen ağaçların büyümesini hızlandırarak sıcaklık artışını yavaşlatmaya yardımcı oluyor, yani dengeyi tesis etmeye çalışıyor.’ (Tim Appenzeller; National Geographic, Subat 2004)

Ne var ki, dengelerin buyuk oranda bozulmasi gezegenimizi tabiat ananin artik çare bulamayacağı bir yere götürebilir. Örneğin ısı artışı belli bir noktayı gecince ki, bugunlerde bile bu noktayı aşmış / geçmiş bulunuyoruz. Kuzey Kutbu’ndaki yeraltı buz tabakaları erimiye başlıyor ve dengeler bozuluyor. BUNUN GERİ DÖNÜŞÜ YOK. YANİ, BUGÜNLERDE YAPICI TEDBİRLER ALINSA BİLE GEZEGENİMİZİ 50 SENE ÖNCEKİ DOĞA KALİTESİ DURUMUNA GETİREMEYİZ. ALINACAK YAPICI TEDBİRLERLE, SADECE GEZEGENİMİZE GELECEK FELAKETI BİR MÜDDET GECİKTİREBİLİRİZ.

Denge bozulmasına doğanın cevabı sert oluyor:

Eriyen buz tabakalarında tutulan karbon açığa çıkıp atmosfere yayılıyor. Yapılan hesaplara gore, bu çözülme sürüp giderse atmosferdeki karbon oranında yüzde 25 artış olacaktır. Bunun ne anlama geleceğini iyi düşünmek gerekiyor. (daha…)

Read Full Post »


Prof. Dr. SÜLEYMAN ATEŞ, Diyanet İşleri Eski Başkanı

İsrail neden bu kadar güçlü?

Okurum Sabri Kurt, Pakistanlı Dr. Faruk Saleem adlı bir bilim adamının, Yahudilerin İslâm âlemi karşısında neden güçlü olduklarını anlatan karşılaştırmalı yazısını gönderdi. Bu yazıyı değerlendirmek istiyorum: Dünyanın çeşitli bölgelerinde yalnızca 14 milyon Yahudi, buna karşılık yaklaşık 1.4 milyar Müslüman yaşıyor. Yani bir Yahudi’ye 100 Müslüman düşüyor. Durum böyleyken Yahudiler tüm Müslümanların toplamından 100 kez daha güçlüler.

Neden? Eğitimden, eğitimin sayı ve kalite farkından. İslâm’ın ilk beş asrında büyük keşiflere ve bilimsel gelişmelere imza atmış olan İslâm âlemi, daha sonra Kur’ân’ın amacı dışında ne dünyaya ne de ahirete yaramayan ayrıntılarla, şerhlerle uğraşmaya yöneldi. Yahudiler ise Allah’ın asıl kitabı olan Evren’in kanunları üzerinde kafa yordular, çağdaş gelişimi yakalayan bilim adamları yetiştirdiler. Albert Einstein, psikanalizin babası Sigmund Freud, Karl Marx, Paul Samuelson, Milton Friedman, aşı iğnesini yapan Benjamin Rubin, çocuk felci aşısını geliştiren Jonas Salk ve Albert Sabin, lösemiye karşı ilaç geliştiren Gertrude Elion, Hepatit B aşısını geliştiren Baruch Blumberg Yahudiydi. Eğitime yatırım yaptılar Ayrıca Elie Metchnikoff bulaşıcı hastalıklarla ilgili çalışmalarıyla, Bernard Katz nöromüsküler iletişim (kas-sinir sistemi arası iletişim) alanındaki çalışmalarıyla, Gerald Wald insan gözü hakkındaki bilgilerimizi geliştirmesiyle, Stanley Cohen embriyoloji (embriyon ve gelişimi) çalışmalarıyla dalında Nobel Ödülü kazanmış olan Yahudi bilim adamlarıdır. Dr. Faruk Saleem’in yazısında daha pek çok Yahudi bilim adamından ve bunların çalışma ve buluşlarından söz edilmektedir. Son 105 yılda 14 milyon Yahudi’nin bilim dalında 100’ün üzerinde Nobel Ödülü kazandığı, 1.4 milyar Müslümanın içinde yalnızca 3 kişinin Nobel Ödülü aldığı da belirtilmektedir. “Neden Yahudiler bu kadar güçlü?” sorusu, “özgün eğitim”le yanıt bulmaktadır. Eğitime yatırım sağlayan Yahudilerden de bahsedilmekte, Yale Üniversitesi Başkanı Richard Levin’in de Yahudi olduğu vurgulanmaktadır. Daha sonra film yönetmeni ve yapımcısı Yahudilere de yer verilmektedir.

ABD her 1 milyon kişiye karşılık yaklaşık 4 bin bilim adamına, Japonya 5 bin bilim adamına sahipken tüm Arap dünyasındaki tam zamanlı çalışan araştırmacı sayısı 35 bin kişidir. Her 1 milyon Arap’a 50 teknisyen düşerken Hristiyan dünyasında 1 milyon kişiye 1000 teknisyen düşmektedir. İslâm dünyası gayri safi milli hasılasının yalnızca % 0.2 sini araştırma-geliştirme bütçesi olarak ayırırken Hristiyan dünyası % 5 oranında araştırma-geliştirme fonu ayırmaktadır. Makalenin yazarına göre bu, İslâm dünyasının, bilgi üretebilecek kapasiteden yoksun olduğu sonucunu doğurmaktadır. Pakistan’ın ileri teknoloji ihracatının, toplam ihracatı içindeki oranı %1, Suudi Arabistan, Kuveyt, Fas, ve Cezayir’in % 0.3tür. Oysa Singapur’da bu oran % 58 dir. Bu da İslâm dünyasının bilgi uygulamasını gerçekleştiremediği sonucunu vermektedir. Yazar, sonuçta İslâm dünyasının güçsüzlüğünü “kaliteli eğitim yoksunluğu”na bağlamaktadır.

Dr. Faruk Saleem’in dediği gibi Yahudilerin güçlenmesini sağlayan sorgulayıcı, araştırıcı, özgün eğitim; Müslümanların geri kalışını hazırlayan da yanlış eğitim (sorgusuz, araştırmasız, ezberci eğitim)dir. Özellikle muhafazakâr kesimde, dünyanın her alanında kilit noktalarının Yahudilerin kontrolünde olduğu söylenir ve buna inanılır. Eğer bu düşünce doğru ise Yahudilerin, nasıl böyle bir güce ulaştıkları ve kilit noktaları ele geçirdikleri sorusu akla gelir. Hiç kuşkusuz bu sorunun yanıtı, özgün araştırma ve eğitimdir.

Eğitimsiz insanların bir yere gelmeleri, kalıcı güç oluşturmaları mümkün değildir. Peki bizde eğitim yok mu? Var elbette. Ama eğitim düzeyimiz hem sayı bakımından az hem de özgünlükten yoksun ve ezberci… Hemen her ilimizde bir veya birkaç üniversitemiz var. Ama bunlar içinde dünyanın belli başlı 500 üniversitesi arasına giren yok. Çünkü özgün araştırma, özgün eser yetersiz. 1000 yıl önce yazılmış kitapları hiçbir şey eklemeden, yenilikler katmadan yineleyip durmuşuz. Yeni şeyler bulması, bilim âlemine yeni şeyler getirmesi gereken üniversite üye ve yardımcılarının çoğu, şuradan buradan derleme, kopyalama kitaplar ortaya çıkarmışlardır. Mevlânâ’nın deyişiyle “Cancığazım bize yeni şeyler gerek.”

Kur’ân, Allah’ın birer ayeti gördüğü doğa olaylarını dikkatle incelemeyi önerip bunların yanından körü körüne geçip gidenleri kınarken; bilimi nur, cehaleti karanlık sayarken; inen ilk ayetinde insanın yaratılışını incelemeye dikkatimizi çekerken; asırlarca biz ayrıntılarla, iğne başı kadar yer kuru kalırsa guslün olmayacağı, ojeli tırnakla abdestin ve guslün tutmayacağı, hayz ve istihaza gibi sorunlarla, diş doldurmanın caiz olup olmadığı fetvalarıyla uğraşıp durmuşuz. İnsanın ne dünyasına, ne de ahiretine bir yararı olmayan nasih mensuh gibi bir takım terimleri, din ihtisas okullarında dinin temel kuralıymış gibi ezberletip durmuş, gençlerin kafasını bu temelsiz bilgilerle koşullandırıp Kur’ân ayetlerini birbiriyle çelişik göstererek birçok ayetin hükmünü geçersiz kılma cüretini göstermişiz. Kur’ân’ın anlamı üzerinde yoğunlaşmamız gerekirken dat harfinin şöyle çıkarılacağı, ayn harfinin şöyle çatlatılacağı, Mushaf’ın abdestsiz ele alınamayacağı gibi düşüncelerle kolaylaştırılmış Kur’ân’ı, güçleştirmeye çalışmışız.

Kur’ân bu tür ayrıntıların din olmadığını söylüyor. Dinin kolaylık üzerine kurulduğunu, kolay dinin akıl yürütmelerle, haramlar üretmekle daraltılmamasını, güçleştirilmemesini vurguluyor. (daha…)

Read Full Post »